Çocuk İstihdamı Üzerine Bir Deneme

Mümtaz Peker

Bu yaz medyanın ilgisini çeken konulardan biri de çocuk istihdamının bir boyutu olan “sokakta çalışan çocuklar” oldu. Konu medyanın gündeminde değişik içerikte yer aldı. Ancak çalışan çocuklar konusundaki veriler çok farklı. “Radikal” gazetesinde Ayşegül Dikenli ülkemizde 6-14 yaşları arasındaki yaklaşıka 12 milyona ulaşan çocukların % 32,4’ünün (3,9 milyon) “sokak”ta veya herhangi bir işyerinde çalıştığını belirtti. Öte yandan Devlet İstatistik Enstitüsü’nün hazırladığı “1999 Çocuk İşgücü Anketi”ne göre 6-17 yaş grubunda bulunan 16,1 milyon çocuğun yüzde 10,2’sinin (1,7 milyon) herhangi bir ekonomik uğraşı içinde olduğu belirtiliyor. İki kaynak arasındaki fark kabaca üç milyonu aşıyor. Rakamlar ne denli farklı olursa olsun, ülkemizde yaygın bir çocuk istihdamının olduğu açık.

Nüfusbilim konuyu kuramsal olarak iki kavramla açıklamaya çalışıyor. İlki “kaynak aktarımı”, ikincisi ise “büyük dönüşüm noktası”. Ailede üyeler arasında kaynak aktarımı ülkenin gelişimine son derece bağlı. Örneğin gelişmekte olan ülkelerde çocuktan, anne-babaya doğru bir kaynak aktarımı oluyor. Bu oluşumun ilk aşaması kişinin çocukluk döneminde çalışarak aileye kaynak aktarımı biçimde gerçekleşiyor. İkinci aşaması ise, anne-babanın yaşlılık döneminde çocuklarının onların bakımını üstlenmesi ve her türlü sorunlarını çözmesi şeklinde gelişiyor.

Gelişmiş ülkelerde ise anne-babadan, çocuklara doğru bir kaynak aktarımı görülüyor. Sözgelimi, bu ülkelerde aileler, çocuklarının yaşıtlarından farklı olarak sosyal sisteme girmeleri için bir dizi eğitim harcamalarını kaçınılmaz olarak yapıyor. Böylece çocuğun üzerinde daha fazla insan emeği birikiyor. Öte yandan bu ekonomiler bu kurumlar bütünü olduğu için, anne-baba yaşlılığında her türlü sorununu bu kurumlar aracılığı ile gidermekte. Dahası anne-baba çalışma dönemi boyunca yaptıkları tasarruflarının getirilerini çocuklarına aktarma eğilimi içinde.

Toplumları benzer bir açıdan sınıflandırma ise, “büyük dönüşüm noktası” kavramı ile yapılmakta. Buna göre, çocuklardan, anne-babaya kaynak aktarımının bittiği ve anne-babadan çocuklara doğru kaynak aktarımının başlaması büyük dönüşümü oluşturuyor. Büyük dönüşüm noktasına gelinceye kadar aileler, çocuklarına ekonomik değer atfederek bakıyorlar. Dönüşümü gerçekleştirmiş ülkelerde ise çocuğa psikolojik değer veriliyor. Görüldüğü gibi bir birikimli, biri birikimsiz.

Bu kavramlar ile bir sınıflandırmaya gidildiğinde, herhangi bir toplumda, tüm ailelerin aynı form içinde olabileceğini söylemek güçtür. Başka bir anlatımla, aynı toplum içinde iki form içinde olan ailelerde olabilir. Dahası iki form arasında geçişi temsil eden “ara kuşak” (hem çocuklarına hem da anne-babasına kaynak aktaran) formları da olabilir. Önemli olan nokta ailelerin çoğunluğunun nerede olduğu ve bunların değişme süreci içindeki davranış kalıplarıdır.

Ülkemizde gerek “kırsal” gerekse “kırsal kökenli kentte yaşayan” ailelerin çoğunda., çocuktan anne-babaya doğru bir kaynak aktarımı yaşanmakta ve çocuğa bakış açısı ekonomik değer biçiminde. Kırsal kesimde pazar için üretim yapan aileler (firmalar) dışındakilerde çocuk işgücüne gereksinim duyulmakta. Sosyal güvenlik, sigorta v.b. örgütler tüm kırsal aileleri kapsamadığı için, anne-babanın yaşlılığındaki sorunları da aile kurumu içinde giderilmekte. Kırsal ailede çocuktan, anne-babaya kaynak aktarımı gerek, çalışma koşulları gerekse değer olarak uzun yıllara dayandığı için sistem içinde fazla bir eleştiri almamakta. Böylesi değerler bütünü içinde işleyen sistemde bir yandan doğurganlık yüksek düzeyini korumakta, bir yandan ise kırsal nüfusun çağdaş koşullarına uygun şekilde yetişmesine aile, firma ölçeğinde gerekli yatırımı yapamamaktadır.

Kente göç eden ailelerde ise anne-babanın çocuğa bakış açısı akşamdan sabaha değişmiyor. Dahası göçle gelenler kentte birbirlerini etkileyecek mekanları oluşturdukları için kırsal dreğeerlerini sürdürecek ilişkiler ağı yaşamakta. Türkiye’de son yirmi yıl içinde içgöçlerin varışa noktasındaki koşullar ile kentsel istihdam olanakları çok değişti. Artık gecekondu masum bir yerleşme alanı değil. Kentsel ranta el koyma biçiminin farklı uygulamaları burada yatıyor. Gecekıondularda kiracılık oranı, düzgün yerleşmelerle nerede ise eş düzeyde. Artık içgöçle kente gelenler, barınma için sürekli bir harcama yapmak zorunda. Öte yandan kırsal koşullarda yetişen bu nüfusun, kentsel bir işe uygunluğu söz konusu değil.

Değişimin bu etkileri yetişkinlerde sürekli bir korku, güvensizlik ve gelecek için karamsarlık duygusunu beslemekte. 1980 öncesi gecekondu araştırmalarında ise farklı bir duygu eğemendi. Sosyal bilimcilerin “umut kültürü” diye tanımladıkları bu dönem, günümüzde “karamsarlık kültürü” olarak karşımıza çıkmakta. Böylesi koşullarda kentte kimliğini kaybetmek istemeyen göçmenler çoğunlukla sistemdeki “koruyucu-kollayıcı” ilişkileri daha fazla tercih ediyorlar. Bu ilişkiler içinde ilk öneriler ve görünen örnek ise çocukların bir işte çalışması. Böylece çocuğa eğitim yatırımları ve gelişmesi için gerekli insan emeği harcamaları, aile açısından anında sıfırlanmakta. Anne-baba bunu bir kazanç olarak görmekte. Çocuğun çalışması karşılığı aileye katkısı ise, akmasada damlayan bir kaynak aktarımı.

Koruyucu-kollayıcı ilişkinin egemen olduğu ortamda, kuralları egemen olanlar belirler. Bu ortamda çocukların eğemen olmayacağı düşünülürse, tüm yükü kimin kaldıracağı ortaya çıkar. Burada derece farklılığı, çocuğun çalıştığı sektöre ve yere göre yükünün ağırlığının değişmesidir.

Türkiye’de modernleşme döneminin sarsıntıları içinde, alt-üst oluşa benzeyen bir dönem kaçınılmaz olarak yaşanacak. Dönemin itekleyicisi olarak:

    • Nüfusumuzun doğum ve ölüm hızlarının düşük düzeyde dengeye ulaşmasının gecikmesi,
    • Kırsal kesimdeki nüfusun yüksekliği ve içgöçlerin bir süre daha arkasının kesilmeyeceği

Olguları görülmektedir. Ne var ki, bu sürecin hem uzun hem de yaralarının ağır ve kalıcı olması, sistemin temel sorunu olmakta. Sorunu çözecek politikaları kaçınılmaz olarak bizlerin üretmesi gerekiyor. Hem de vakit kaybetmeden.